Türkiye'nin modernleşme sürecinde sesi fazla duyulmayan, ancak akademik ve entelektüel alanda oldukça kuvvetli bir isim olan Safiye Erol, felsefi düşüncelerini romanları üzerinden toplumla paylaşmıştır. Almanya'da doktora eğitimi alan Erol, 1930'lar ve 1940'larda kaleme aldığı eserlerinde modernleşmeyi, Türk kadının perspektifinden ele alarak günümüze ışık tutmuştur.

ROMANLARIYLA FELSEFİ TEZLERİNİ İŞLEDİ

Melek Paşalı'nın moderatörlüğünde gerçekleştirilen panelde, Marmara Üniversitesi'nden Prof. Dr. Sema Uğurcan ve Boğaziçi Üniversitesi'nden Dr. Çiğdem Buğdaycı Gürsoy; Safiye Erol'un eserlerini kadın, aşk ve felsefe temaları çerçevesinde değerlendirdi.

1917 yılında eğitim amacıyla gittiği Almanya'dan 1926'da dönen Safiye Erol, yarattığı karakterlerle felsefi görüşlerini romanları aracılığıyla okuyucuyla buluşturmuştur.

Erol'un romanlarında kadın sorunlarını derinlemesine işlediğini belirten Prof. Dr. Sema Uğurcan, şu şekilde ifade etmiştir:

"Safiye Erol'un karakterleri, kaderlerini yoğun bir aşk duygusunun esiri olarak algılarlar. Eserlerinin merkezinde aşk duygusu, beşeri aşktan Tanrı'ya ve topluma doğru bir genişleme süreci ile kendini gösterir. 1917'de devlet tarafından yurtdışına gönderilen genç kadın, döndükten sonra kaleme aldığı tüm romanlarında hizmet ve borç kavramlarını işler."

Erol'un sıradan konuları romanlaştırdığını ve derin temalar üzerinde durduğunu vurgulayan Çiğdem Buğdaycı Gürsoy, "Safiye Erol'un romanlarıyla felsefi tezlerini işlediğini düşünüyorum. Bu bağlamda felsefi düşünceyi ifade etmek, doğrudan düşünceleri aktarmak değil; yarattığı karakterlerle kendi felsefi bakış açısını ifade etmek anlamına gelir," şeklinde konuştu.

DOĞU VE BATI ARASINDAKİ KÖPRÜ OLAN İKİ EDEBİYATÇI

Aşkın reddedildiği bir çağda, aşkı kadın perspektifinden ele alan Safiye Erol ile erkek bakış açısıyla inceleyen Ahmet Hamdi Tanpınar; romanlarında farklı yöntemlerle aynı sonuca ulaşmayı hedeflemiş olabilir. Erol'un eserlerinde Doğu ve Batı'nın maddi ve manevi olarak iki ayrıma tabi tutulduğunu belirten Gürsoy, "Batılı karakterlerin bir gösteriş arayışı içindedir, geçici olanın peşinde koşmaktadırlar. Doğulu olan ise bu tutumu reddederek, içsel dünyaya ve manevi olana önem vermektedir. Beden, aralarında belirgin bir ayrım olarak öne çıkmaktadır. Bedenin zevklerine yönelmek, Batılı bir kimliğe geçiş olarak kabul edilirken, manevi düzeyde bunu reddedip ruhsallığına yönelmek ön planda durmaktadır," değerlendirmesinde bulundu.